İbrahim Zeki Burdurlu, diğer adıyla İbrahim Zeki Öcal, Burdur kökenli bir eğitimci ve yazardır. 1934 veya 1935 yazında Tefenni’de geçirdiği tatili, “O Bir Atlı” başlıklı yazısında anlatmıştır. Bu makale, dönemin Tefenni’sine dair değerli bir tarihî ve kültürel bakış sunuyor.
Ortaokul birinci sınıftan ikincisine geçmiştim. O yaz annem, babam, ağabeyimle birlikte amcamın bulunduğu Tefenni ilçesine gitmiştik. Amcam, orada oturduğu için bizi sık sık çağırırdı.
Tefenni küçük, yeşillik bir ilçe. Evler, çoğunlukla iki katlıdır. Birçok evde at, eşek, sığır, davar cinsinden hayvan bulunur. Amcamın birçok atı vardı. Ayrıca kenttin dışında kurduğu ahırlarda hayvan besiciliği de yapıyordu. Güz aylarında, doğu illerinden alıp getirdiği inekleri, danaları, şeker pancarı küspesiyle besliyor, sonra İzmirli tüccarlara satıyordu. Amcam, çok meraklıydı atlara. Beslemekle kalmıyor, birini satarsa iki daha alıyor, onları satıyor, başkalarını çekiyordu ahırlarına. Amcam, hayvancılarla ilgili söyleşilere bayılıyordu.
Bu konuları, mahalle kahvesinde saatlerce konuşuyorlardı. Tefenni’de güzel, sevinçli, yararlı günler geçirdik. İlçenin ortasında, ak bir kayanın altında çıkan suyum çevresindeki ağaçlarının altında geçirdiğim saatleri hiç unutamayacağım. Bu suya, “Kocapınar” diyorlar. Buz gibi. Sessiz sessiz kaynıyor ve akıp gidiyor.
En çok hoşlandığım yeri bir yaşam da ata binmekti. Annemin, babamın sözlerini dinlemeden, arada kaçamaklar yaparak atlara binerdim. At üstünde bahçeler, bağlar arasında dolaşmak, onları koşturmak çok güzeldi.
Amcam, benim bu yaramazlıklarıma ses çıkarmıyor; ama arada da, - Yavaş, yavaş gezim, her hayvanın huyu bir olmaz, diyordu.
Gerçekten atlarımın huyları birbirine benzemiyordu. Bindirdiğimiz atlar her gün değiştiriyor, onların huylarının ayrı ayrı olduğunu görüyorduk. Ağabeyim, daha uzun boylulara binerdi; ama ertesi gün ben, onlara binmek istiyordum.
Atlarımızla ağaçlık yollarda, yeşil dallar arasından geçmek, onları geniş çayırlara otlatmak, çeşme yalaklarında sulamak çok hoştu. Her gün atlara binebilmek için onlar otlatma konusunu ortaya çıkarmıştık. Otlatıyoruz diye çıkarıyor, sonra da binerdik. Babam, kimi kez engel olamak isteyince, bu kez izni amcamdan alıyor, hem de bağırıyorduk:
-
Sen bunlara çok yüz veriyorsun, atlara dokunmasınlar, diyordu; fakat amcam, bize yan gözle işaret veriyor, gülerdi. Kimi kez de, olur olur, bugün son artık, bir daha binmesinler, diyordu.
Biz, atlı gezmeler için arkadaşı bulmuştuk. Evlerinde atları olan pek çok çocuk katılmıştı bize. Al atlar, kara atlar, kırmızılar... Çocukların kimileri de,
Ben, bunların ne atı olduklarını bilmiyordum. Yalnız, iri yarı, yüksek bir al at vardı, onu çok seviyordum. Çok anlayışlı bir attı. Dur dediğim yerde duruyor, yürü dediğim yerde yürüyordu. Başını okşuyor, göğsünü, başını sıvazlıyorken hiç huysuzlanmıyordu. Çok usluydu. Rahvan koşması, tırsa kalkması çok rahattı. Hele bir de eyerlenirse, benim keyfimim sonu gelmiyordu artık.
Bir gün, atalarımızla Karamanlı bucağına kadar gidip döndük. Bu yolculuğu babama da, amcama da söyledik. Duyarlarsa belki ata binmemizi iyice yasaklarlardı.
Atlara, ahırlardan çok alışmıştık. Artık atlar biz kaşıyor, onlara yemlerini biz veriyorduk, ahırları biz temizliyorduk. Annem titizleniyor, - Ahırlara girmeyin, çamaşırlarımız at kokuyor, ahır kokuyor, diye bağırıyordu.
Biz, ikimiz birden, - Bu son anneciğim, diyor, ama birkaç gün sonra yapacağımız yine yapıyorduk.
Tabi ise yaramıyor da değildi. Buğdayları arabayla taşıyor, yakın köylere haber götürüyor, evin eksiklerini atlarla karşıladık getirdik. Biz atlara alışmıştık, ev halkı da bizim atlarla olan alışkimize alışmıştı.
Bir ay sonra babamın izni bitti. Onu uğurladık. Biz annemle ağustos ayını da burada geçirecektik. Amcam, - Kavun, karpuz bollaşsın, üzümler versin, diyordu.
Armut, elma çok boldur. Her gün salatalık, acur yerken bahçelerin sebzelerini topluyorduk. Amcamın çocuğu olmadiği için bizi çok seviyordu. Yengem de bir dediğimizi iki etmiyordu.
Atlarla arkadaşlığımız babam gittikten sonra daha da yoğunlaştı. Ağabeyimle yarış başlamıştık. Atlarımızı eyerliyor, ilçenin dışına çıkıyor, tepenin eteğindeki çayırlıkta yarışıyorduk. Dörtnala giden atın üstünde, izgenlere basarak ayaga kalksak, öne doğru eğilerek ucup gitmek, çok hoşuma gidiyordu. Çok kez, ben ağabeyimi geride bırakıyor, üstelik onu kızdırmaya yöneliyordum. Ağabeyim, bana pek ses çıkarmıyor; ama içten içe kızıyordu. Koşumuz bir yıkık bahçe duvarından, vadinin altındaki derenin tahta köprüsünde son buluyordu.
Bir gün, yine birbirimize göz kırptık. Arkadaşlarımıza sözleşmiştik; yarışacaktık. O gün annemle yengem bağa gitmişlerdi. Evde yalnız amcam vardı.
Biz atları eyerlerken izin mizin almıyorduk artık. Atlarımızı ahırdan çıkardık. Hazırladık. Kapının önünde bindik. Sürdük. Koşu yerine vardığımızda arkadaşlar toplanmışlardı. Herkesin atı hazırdı.
Çocukların içinde bir Kara Ahmet vardı. Onun yaşı bizimkinden çok büyüktü, at da yaıiş atı gibiydi. Hepimizi geçiyordu.
Toplandik. Tam on atlıydık. Kara Ahmet.
-
Bu on lirayı, kim birinci gelirse ona vereceğiz! Bu öneriyi hepimiz uygun bulduk, sonra yüksek duvarın önüne dizildik. Atı olmayam dört çocuktam ikisi, ikisi de yarışın biteceği köprünün yanına gitti. Onlar hakem görevi yapacaklardı.
Düdük öter ötmez, koşu başladı. Benim al at öyle bir attı ki! Sanki bir savaşa girmiştik. Çayırın üstünde kimimiz önde, kimimiz arkada... Ağabeyimi görmüyordum. Sanıyordum üçüncüydüm. Gittik, gittik. Köprüye yaklaşmıştık. Atımın gemini çekiyordum; fakat durduramıyordum. Ne oldu bilmiyorum, köprünün üstünde sırtüstü yattırdum. O sırada hemen doğruldu. Tahta köprünün üstündeki kocaman deliği gördüm. Başım sersemdi. Atımın ayağı, o delikteydi; ama yavaş yavaş çekiyordu.
Sonra olanları hiç unutamıyorum. O iyi huylu, al at geldi, benim yanımda durdu. Başıyla beni ayağa kaldırmaya çalışıyordu. Başını bir ileri bir geriye götürüp getirerek, beni kandırmak istiyordu. Bu sırada ağabeyimle Kara Ahmet geldiler, beni kaldırdılar. Kolum ağrıyordu. Kara Ahmet, kolumu bir aşağı yukarı kaldırıp indirdi.
Atıma bindirdiler. Yavaş yavaş eve ulaştık. Durumu kimseye haber vermeyecektik. Çocuklara da bu durumu anlattık, onlar da söylemeyeceklerdi.
Ama önemli bir şey vardı, atımın deliğe giren ayağı yaralanmıştı. Bunu, amcama nasıl anlatacaktık?
Aradan bir hafta geçti. Dirseğim şişmişti. Kolumu kaldırıp indiremiyordum. Artık ata da binemiyordum. Amcam, al atın yarasını gördü, gülüp geçmişti. Seyisler, ona gerçekli ilaç sürdüler; ama benim kol hala iyileşmemişti. Söylediğimiz yalan, annemi kandırmamıştı; ama o da bir sorun çıkarmamak için susmayı yeğlemişti.
Şimdi, kendimi köprünün üstünde yatarken görüyorum ve o iyi huylu, al atın beni kaldırmak için başıyla yaptığı yardımı anımsıyorum.
Bu içerik size ne hissettirdi?
-
0
SEVDİM
-
0
ÜZÜLDÜM
-
0
KIZDIM
-
0
ŞAŞIRDIM
-
0
BEĞENDİM
-
0
BEĞENMEDİM
-
0
GÜLDÜM
-
0
ALKIŞ
Yorumlar (0)